* HAFTANIN FLATCAST FCP TEMALARI

                                                           

Gönderen Konu: YUNUS EMRE-12 (1238-1321) (SON BÖLÜM)  (Okunma sayısı 1388 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

YUNUS EMRE-12 (1238-1321) (SON BÖLÜM)
« : Şubat 02, 2012, 11:22:12 ÖÖ »
YUNUS EMRE-12 (1238-1321)


4.5 Eğitimde öğrencilik dönemi: Dervişlik - Miskinlik

Tasavvufta, öğrenci yetiştirme süresi belli değildir. Çünkü, diğer eğitim kurumlarından farklı olarak, burada, öğrencinin kendi isteği ile hocasına her yönden ve tamamen teslim olması esastır. O zaman çok zorlu bir eğitim dönemi başlamış olur ve burada en küçük bir ruhsal gevşeklik veya ara verme her şeyi sıfırlayabilir.
Tasavvufî eğitim anlayışının temelinde şu inanç vardır: İnsan en güzel özelliklerle donatılarak yaratılmış, ancak bazı olaylardan sonra bu imtihan ortamına, bu aldatıcı ve pisletici dünyaya atılmıştır. Bu arada maddî ve manevî nefis istekleri de insanın özellikle içinde yaşadığı sosyal yapıyı alabildiğine bozmuştur.

Eğitimin hedefi, önce kişinin geçmişinden kalan zihinsel ve ruhsal yapılanmayı (vaziyet alışları) silerek zihnini ve bilincini berraklaştırmak; sonra onları ilk çıktıkları saf kaynağa, Tanrı'nın özüne geri göndermektir. Bu da çeşitli kademeler halinde gerçekleştirilir. Meselâ;
Çokluk perdelerini aşıp nefsi kontrol etme, Allah'a doğru seyir ("seyr ilellah"), Çokluk perdelerini tamamen geçip Allah'tan başka bir evren olmadığını, evrendeki her şeyin Allah'ın tecellisi olduğunu bilme; Allah'ta seyir ("seyir fillah"), Açık ve gizli bütün zıtlıkları kaldırarak evrendeki her şeyi bir bütünün parçaları olarak görmek ("aynü'l-cem") Bu seviyeden tekrar halka dönmek, çoklukta birliği, birlikte çokluğu görmek; Allah ile Allah'ta seyir ("seyr billah anillah")

Tasavvuf eğitimi sırasında, önce insanın iç dünyasında bir fırtına yaratılır. Burada insan kendi nefsine, kendi arzu ve isteklerine karşı savaş verir; kendi kendini değerlendirir, kendi kendisiyle hesaplaşır.

Tasavvufta bu başlangıç; insanı kendisini değerlendirme ve kendisiyle hesaplaşma seviyesine getirme çok zordur. İnsanların evrende en çok korktukları şey, kendi iç dünyalarıdır. Bütün dünyaya meydan okuyan, bütün dünyaya hesap soran insan, kendi kendisinden hesap sormamakta, kendi iç dünyasına girip, esas savaşacağı ile savaşıp orayı durultamamaktadır. Bunun yerine bir çok arzu ve yasakların çarpıştığı, bir çok zıtlıklar içinde bulunan bir varlık olarak yaşamaya devam etmektedir. İnsan huzursuzluklarının hepsi buradan kaynaklanmaktadır.

İnsanın iç dünyasındaki bu huzursuzluk dış dünyaya da çok değişik boyutlarda yansımakta, orayı da kasıp kavurmaktadır. İnsanların çeşitli dinler, milletler, devletler, sosyal sınıflar, toplumlar halinde ayrılıp birbirleriyle çekişmeleri, savaşmaları; bu yetmiyormuş gibi saldırganlık ve düşmanlığın bir çok masum tabiat unsurlarına doğru yönlendirilmesi, onların tahrip ve yok edilmesi, hep insanların içindeki huzursuzluktandır.
Oysa insan, önce kendi iç dünyasında bir barış ortamı sağlamalı, sonra bunu içinde yaşadığı tabiat ve topluma da yansıtmalıdır. Diğer insanlara ve tabiata karşı hoşgörülü bir bakış, ancak böyle sağlanabilir. Tasavvuf eğitimi de bunu amaçlamaktadır.

Onun içindir ki kavga, âdeta ruhla bedenin (nefsin) kavgası gibidir. Bu kavgada, bu unsurlardan birinin diğerini tamamen yok etmesine izin verilmemelidir.
Nefs için ruhun öldürülmesi, insan için nasıl iyi bir durum değilse, ruh için nefsin tamamen öldürülmesi de aynı şeydir. Çünkü insan için bu iki güç de son derece gereklidir. Nefsi tamamen öldürerek bu dünyadaki sınavı kazanacağını zanneden, aldanır. Sınav nefs ile beraber başarılırsa anlamlı olacak, yoksa hiç bir anlamı kalmayacaktır. Bu dünyanın anlamına, bu dünyanın yapılışına ve insanın bu dünyadaki görevine iyice dikkat etmelidir; yoksa Allah'ın Kur'ân vasıtasıyla bize gelen iradesine karşı çıkılmış olur.

"Bu dervişlik yoluna aşk ile gelen gelsin
Ya dervişlik neydiğin bir zerre duyan gelsin." (192)

diye bir şiirine başlayan Yunus, tasavvufun uzun süren öğrencilik kademesi şartların şöyle anlatıyor: Bu yola giren kişi riyâyı bırakacak, melâmetlik donunu giyecek, gözüyle gördüğü her şeye tepki göstermeyecek, bu işin sözle olmayacağını, sevginin onu bütün dünyadan ve hattâ kendi canından bile vazgeçireceğini bilip kabul edecektir. Dolayısıyla bu yola girerken ve girdikten sonra çok dikkatli olmak gerekir. Yunus'u dinleyelim:

"Ey bana derviş diyen, nem ola derviş benim?
Dervişlik yaylasında hareketim kış benim.
Derviş adın edindim, derviş donun donandım
Yola baktım utandım, hep işim yanlış benim.
Hırka tâcım gözlerin, fâsid işler işlerim
Her yanımdan gözlerim, binbir fasid iş benim." (184)

Derviş olamayan bir kişi, onu temiz kalpli sanan halkı kandırır, yalan söyler; içinde hiçbir manevî gelişme olmadığı halde dışarıya kendisini büyük bir ârif gibi gösterir. Bu gibi durumları halk anlamaz, ama dervişlerin rehberi olan bir eren, bu gibi durumları hemen anlar ve gerekli tedbirleri alır:

"Kim dervişlik ister ise diyem ona nitmek gerek
Şerbeti elinden koyup ağuyu nûş etmek gerek.
Gelmek gerek terbiyete, cümle bildiklerin koya
Mürebbisi ne der ise, pes ol onu tutmak gerek." (171)

diye dervişlik şartlarını açıklayan Yunus, şu şartları da sıralıyor: Derviş sabır ve kanaat gösterecek, çok tahammüllü olacaktır. Dünya işleri hakkında daha önce edinmiş olduğu bilgileri bir yana bırakacaktır. Bu arada dünyadan da gönlünü çekecektir. Nefsini iyice terbiye edecek, meselâ üç günde bir iftar yapacaktır. Halkın değer yargılarına önem vermeyecek, onlardan etkilenmeyecek, sadece Hakk'ın arzu ve emirlerine uyacak, övgü ve yergiyi sadece oradan bekleyecektir:

"Dervişlik dedikleri hırka ile tâc değil
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtac değil." (173)

Eğitim gönlüde olacaktır; gönül olgunlaşmamış, pişmemiş ise burada hırka ile tâcın ne bir faydası olur ne de sorumluluğu. Gene bu anlamda olmak üzere, şu dizelerin de Yunus'a ait olduğu söylenir:

"Dervişlik olsaydı tâc ile hırka
Biz de alır idik otuza kırka."

Yunus, dervişlere öğüt olarak yazdığı bir şiirde, bu yola giren kişilerin önce gönüllerini genişletmeleri, oradaki kargaşayı silip yeniden şekillenmeye hazır olmaları gerektiğini anlatır:

"Derviş gönülsüz gerektir, söğene dilsiz gerektir
Döğene elsiz gerektir, halka beraber gerekmez.
Eğer derviş isen derviş, cümle âlem sana biliş
Fodullığı hulka değiş, arada ağyar gerekmez.
Derviş olan kişilerin miskinliktir sermayesi
Miskinlikten özge bize mal ü mülk ü şar gerekmez.
Yunus sen gördün bir eri, artırma gördüğün biri
Şudur budur deyübeni, derviş târumar gerekmez." (167)

Gene kendini eleştirerek (aslında "melâmet makamı"ndan söyleyerek) devrinde henüz olgunlaşmamış tasavvuf niyetlerine değinen Yunus,

"Sûfiyem halk içinde tesbih elimden gitmez
Dilim ma'rifet söyler, gönlüm hiç kabul etmez." (163)

diye başlayan şiirinde de şu hususlar üzerinde duruyor: Bu gibi kişilerin boynunda icazeti olmakla beraber, ibadetleri riyâdır, endişeleri başka yerdedir, gönüllerini kibir kaplamıştır.

"Hoş dervişem sabrım yok, dilimde inkârım çok
Kulağımdan gireni hergiz içim işitmez." (163)

Görenler, tâc ve hırkadan dolayı bunlara büyük saygı gösterirler ama bunların iç dünyası karanlıktır, Hakk korkusu yoktur. Bu durumda, derviş olmayan kişiler bunlardan daha hayırlı, daha salihtirler:

"Dışım derviş içim boş, dilim tatlı sözüm hoş
İllâ ettiğim işi, dinin değşiren etmez." (163)

Dervişlikte şart nedir? Önce dirliktir, sükûnettir; kızmamak, öfkelenmemek, kıskanmamak, kin tutmamak, haset etmemektir. Sonra, baktığı her şeyde Hakk'ı gören bir veliye kayıtsız teslim olmak, kendi varlığı dahil her türlü dünya malını elden komaktır.

Dervişlik, miskinlik demektir; miskin olmayan, dünya malı ve endişesinden geçmeyen derviş olamaz (57). İnsan aslında miskindir. Bu dünyaya çıplak gelir, çıplak gider; bu dünya malı -kendi bedeni bile- burada kalır.
Ama o, nefsinin azdırmasıyla dünyada kendinin ihtiyacından çok daha fazla şeye sahip olmaya çalışır. Sahip olma hırsı onun dünyayı doğru algılamasını engeller, gaflet içine düşürür, azdırır, zâlimleştirir.
Bu gibi durumlarda bir tek eğitici olgu vardır, o da ölümdür. Yunus bu şok olayı bir sarsılma, kökten değerlendirme ve kendine gelme unsuru olarak sık sık kullanmıştır.

Ama burada ölüm gerçeğinin, dünyanın, hayatın değerini sıfırlamasına izin verilmemelidir. Miskinlik, dünya malının insanın anlamını örtmesine engel olmak, ona gereğinden fazla değer vermemek, her an onu sıfırlayabilecek bir ruh yapısında olmak demektir. Zaten bu ruh yapısına ulaşmış bir kişi kesinlikle kendi hakkında ve bir kaç günlük ihtiyacından başka dünya malı biriktirmez; onun esiri olamaz.

"Miskin ol bre miskin, gider senden kibr ü kin
Rüzgâr gelir geçer pes, kime ne kalasıdır?" (161)

Dervişin veya miskinin dünyaya bağlılığı kendi nefsi için değildir. O dünyayı sever, her şeyi hoş görür; çünkü her şey Hakk'ın, tecellisidir. Dünyanın değeri altınından, gümüşünden değildir, herşeyde Hakk'ın dolu olmasından, herşeyin Allah'ın âyeti olmasındandır. Bu nedenle dünyayı dolaşma, gezip görme ("teferrüc"), tasavvuf eğitiminin önemli kademelerinden biridir.

Dervişlik eğitiminde kademe kademe göz önünde tutulması gereken bazı kapılar vardır. Yunus, dört kapı sayar. Bunlar şerîat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarıdır. Tasavvuf eğitiminde bunların da daha ayrıntılı durakları vardır:

"Dört kapıdır, kırk makam; yüzaltmış menzili var
On'erene açılır velâyet derecesi." (132)

Bu kapılardan her birini geçen için, bir gerideki kapıya dönmek artık sapıklık olur; menzil hep ilerdedir. Bu ilerleyiş sırasında ise hiçbir engel veya hoşluk, insanın imânı zedelememelidir.
Bu şekilde yetişmiş dervişler, tasavvuf eğitiminin yetiştirmeyi amaçladığı kişilerdir ki, Yunus bir çok şiirinde bunları över.

"Her kim gördü yüzünü, indirir kend'özünü
İlm-i bâtından öter, eve dervişler geldi." (142)

İyi yetişmiş dervişler, uçan kuşlara benzer, iç dünyaları arştan daha uludur bunların. O nedenle, dış görünüşlerine bakarak bunları hor görmemelidir. Yunus'un nezdinde bunlar senlik-benlik dâvasını kaldıran, evrene rahmet olan Allah'ın sevgili kullarıdır:

"Tersalar tapıya gelir, hükm ısları zebûn olur
Dağlar-taşlar secde kılır, göriceğiz dervişleri.
Gökten (inen) bir Kitab'ı günde bin kez okur isen
Vallah didâr görmeyesin, sevmez isen dervişleri." 143)

Gene bir başka şiirinde de, kendine verdiği ama aslında bütün insanlara yöneltiği nasihatlarında; bir derviş görüldüğünde 'bir şey isteyecek' diye yüz çevrilmemesi, bilakis ona büyük saygı gösterilmesi gerektiğini anlatır (172).

"Gönlünü derviş eyle, Dost ile biliş eyle
Aşk eri şol ma'nada derviş içi boş değil.
Dervişlik aslı candan, geçti iki cihandan
Haber verir Sultandan, bellidir yâd kuş değil." (175-176)

Dervişlerin yaşayış biçimlerine, dış görünüşülerine bakarak onları değersiz boş kişiler sanmak büyük aldanmadır.
Yunus'un "miskin" ve "derviş" kavramlarına, gene aynı kişileri semgeliyen "garib" kavramını da katmak gerekir. Yunus, Türk edebiyatındaki garip şairlerin ilki ve en büyüğüdür.

"Acep şu yerde varm'ola, şöyle garip bencileyin?
Bağrı başlı, gözü yaşlı, şöyle garip bencileyin?" (190)

diye başlayan şiiri artık klasikleşmiştir. Derviş yaşayışı garip bir yaşayıştır ama, zaten insanın bu dünyadaki bütün yaşayışı garipçedir. Onun dünyadaki ömrü de misafirlikle geçen kısa bir ömürdür. O, hep ezelî vatanın özlemini çeker.

4.6. Eğitim hedefi: kâmil insan (ârif)

Kâmil insan, olgun insan, doğruyu bilen ve bildiği gibi davranan insandır. Bütün tasavvuf yolu insana önce kendisini bulduran, kendisindeki hataları gösterip onları bir daha yapmamak üzere tövbe ettiren, daha sonra kademe kademe içinde yaşadığı evreni ve bu evreni yaratan Allah'ı bulduran, bildiren bir yoldur. Bu yolun giriş kapısı kendini bilme, hatalarını bilme ve tövbe etmektir.

Tövbe, insanın uyanmasıdır. Dünya hayatı öyle yoğun olarak insanın ilgisini ve dikkatini çekmektedir ki, âdeta sürekli tövbe edilmesi gerekmektedir. Allah her an yeni bir iştedir; evrendeki her şeyi devamlı değiştirmekte, devamlı öldürüp dirilmektedir. Yâni, her an taptaze olarak hayata yeniden katılma imkânı vardır. Geçmiş ve gelecek perdeleriyle ve hayalleriyle fazla oyalanmadan, Allah'ın her an taptaze olan yaratışına katılmak, onun iradesine teslim olmak gerekir.

Tövbe, geçmiş zamana mahkum olmadığımızı, zaman perdelerinden kurtulabileceğimizi gösterir. Tövbe, insanın kendi hataları üzerinde, onlardan ders alarak yükselmesidir. Günâhların farkına varma ve tövbe etme, gelişme ve olgunlaşmanın başlamasıdır.

Tövbe, insanın içindeki doğruluk makamının uyanması, esas doğruluk merkezi olan Allah'ın zâtı ile bağlantının kurulması ve o yaratıcıya, o ana kaynağa sığınmaktadır.
Uyanan insan, kendisinin bu dünyada kalıcı olmadığını, belli bir zaman için buraya gönderildiğini farkeder. Bu dünyada kendisini esir gibi hisseder ve hürriyete kavuşmak ister.

"Âriflere bu dünya, hayal ü düş gibidir
Kendini sana veren hayal ü düşten geçer." (158)

İnsanın hürriyetini engelleyen, büyük ölçüde maddedir. Kendi ihtiyacından fazla maddeye sahip olan insan, soğukkanlı bir değerlendirmede, maddenin de kendi nefsine sahip olduğunu görür ve bundan kurtulmaya çalışır. Aslında insan, kendi arzularının esiridir. Mal-mülk, şan-şöhret sahibi olma, bazı arzuları gerçekleştirmek içindir. Arzuları hep diri tutmak, ama aynı zamanda baştan sona hep kontrol altında tutmak gerekir.
Hürriyet!.. Kime ve neye karşı hürriyet? Maddeye karşı, kendi dışındaki insanlara karşı, kendi içinde insanı kontrol eden ve yanlış yaptıran, günâh işleten güçlere karşı hürriyet... Hürriyet, Allah'a kulluğun dışında, insan ruhunun tamamen hür olmasıdır. İnsan, Hakk'a karşı kul, halka karşı hür olmalıdır (Ebu'l-Hüseyin bin Bünân).
İnsanın Allah'a lâyıkıyla kul olması da ancak hürriyetle olur. İnsanın hürriyetini kısıtlayan her şey, onu Allah'tan uzaklaştırır.

İnsana "seçme hürriyeti" verilmiştir. Çoğu kez bu hürriyeti de doğru kullanamayız ama, her insanın Allah ile bir akti vardır ve Allah, insanlara güvenmektedir. Onu bu dünyada şeytanla başbaşa koymuştur ve ona verilen hürriyet sınırları içinde, bu güç işi başaracağından emindir.
Tasavvuf, tam hür insan yetiştirmeyi amaçlamıştır ve başarmıştır. Yunus'un birçok şiirinde varlık kıskacından, zaman ve mekân sınırlamalarından nasıl kurtulup evrendeki her varlığa ve olaya nasıl doğrudan katıldığının örnekleri daha önceden verilmişti.
Velilerin gösterdiği birçok "keramet" de, ârif insanların kendilerine ve bu madde dünyasına nasıl hâkim oldukları, onlar karşısında nasıl hür olduklarını göstermektedir.

Kâmil insan, iç dünyası son derece berrak insandır. Kendisiyle hesaplaşmasını tamamlamış, kendi içindeki nefsanî güçleri tamamen kontrol altına almış ve iyiliğe yöneltmiş, kendi kendisiyle her an barışık olan insandır. Âriflerin dış yüzlerine bakarak onlar hakkında yanlış zanlara kapılmamalıdır. Yahya bin el-Muaz, iyi yaşayan, çok ibadet eden zâhit ile ârifi karşılaştırırken şöyle diyor: Zâhit dıştan saf, içten karmakarışıktır; ârif ise dıştan karmakarışık, içten billur gibidir.
Ârif, bilen, tanıyan demektir. Gerek dış dünyada algıladığımız her şey, gerek insanın iç dünyasındaki hayaller, düşünceler Allah'ın âyetleridir. Bilinen her şey Allah'ın bir parçasıdır.

İnsan parçaları biliyor; bazen parçalar içinde kayboluyor, gerçeği bulma yolunda çok zaman yitiriyor. Tanrı'nın kendisine verdiği ömür içinde, parçadan ana bütüne gidemiyor. Oysa her insan benliğinin derinliklerinde, Allah'ın birliğine, kendinin Allah tarafından yaratılıp bir süre için bu dünyaya gönderildiğine dair inanç vardır.
İnsan, Allah'ın evren olarak yarattığı bütünün bir parçasıdır. Evrenin her yerinde her an Allah tecelli ediyor; insanlarda da! Allah'ın insanlarda da her an tecelli etmesi, onun zihnine ve ruhuna gerçeklerin açıklanması, insanda kendisini de Hakk olduğu şeklinde bir kanaat uyandırıyor. Oysa kendi varlığı bile, insanı Allah'a karşı perdelememelidir.

Allah, her türlü varlıktan ve her türlü tasavvurdan yücedir. Bütün hakikatlardan o sızmaktadır ama o, bunları ve bunlar gibi sayısız hakikatları istediği her an yaratabilecek ve zaten de yaratmakta olan bir Tanrı'dır.
Ârif, Allah'ın varlıklarda ve olaylarda kat kat perdelerle tecelli ettiğini bilir. Bu perdeleri açtıkça gerçek daha açık olarak ortaya çıkmaya başlar. Ârif perdeler altındaki gerçeği, bâtınî bilgiyi arar. Bu arada dıştaki görünen duyu organlarını değil, onların içteki paralellerini; can kulağını, kalp gözünü kullanır.
Ârif, bir sır olan kendi varlığını çözümlemiş, kendinin ne olduğunu, görevini, önünü-sonunu bilen kişidir. İnsanın bu seviyeye gelebilmesi, bir şeyhin yardımıyla kendini çözümleyip iç dünyasındaki sırlara ulaşması kolay değildir. Ârif, bu zor işi başarmış, dinamik bilgiye ("keşf") ulaşmıştır.

Âriflik, her şeyi anlayıp durgun bir hayata çekilmek değildir. Allah'ın evreni yaratması her an devam etmektedir ve biz onun bilgisine, onun tasavvurlarına sahip değiliz. Biraz sonra neleri nasıl yaratacağını bilmiyoruz. Bu nedenle ârif, dünyaya açık insandır; her an Hakk'ın tecellilerini izler, gözler ve bundan büyük bir manevî haz duyar.

Ârif, sabırlı kişidir. Zaten kendisinin olgunlaşması sırasında büyük riyazet ve mücâhedeler geçirmiş, ıstırap içinde olgunlaşmıştır. Dünya hayatının çekiciliğine karşı Allah'ın çizdiği sınırdan bir milim aşmamış, belâ ve ıstırabı ilaç gibi içmiştir.

Sabır, insanın kendi içinde verdiği savaşta, zaferi kazanmanın metodudur. Ancak insanın iç dünyasındaki savaş, bir defada olup biten bir savaş değildir. Doğumdan ölüme kadar her yaşta, değişik vesilelerle bu savaş çıkar ve her savaşta da Allah'tan emin olarak, ona teslim olarak gösterilen sabır, savaşın en hayırlı şekilde bitmesini sağlar.

Ârif, mütevekkil kişidir. Allah, kötülük yapmaz; onun yaptığı her şeyin hayırlı bir sonucu vardır. Bütün işlerin sonucunu tayin eden de Allah'tır. Bu nedenle, kendimizin yapabileceği kadarını yapıp gerisini Allah'a bırakmak, bundan huzur ve mutluluk duymak tevekküldür. Ârif, Allah'tan hep hayırlı olan şeyleri ister ve verilenlere de râzı olur.

Ârif cömerttir. Cömertlik, tasavvuf eğitiminin olgunlaştırıcı unsurlarının en önemlisidir. İnsanın içindeki hırsı, kini kırar. Allah, bütün yarattıklarını rızıklandırır ve cömertlik, bu işte Allah'ın "rahmet" ve "rahim" sıfatlarının tecellisine katılmaktır, Allah'ın kudret, merhamet, ihsan ve lütfundan emin olmaktır. Dünya nimetlerine esir olmadığımızı, onlardan her an vazgeçebileceğimizi göstermek demektir.

Ârif merhametli insandır. Evrendeki bütün oluşları benliğinde yaşayan insan, zengin yaşayan, doya doya yaşayan insandır. Evrendeki bütün varlıklar daha önce bizim parçalarımızdı, daha sonra da bizim maddemiz onlarda hayat bulmaya devam edecektir. İnsan, tabiattaki bütün varlıklardan seçilerek yaratılan bir canlı; bütün varlık âlemi, insanı yaratmanın ön basamaklarıdır. Ârif insan, evrendeki her şeyi kendisinin bir parçası gibi görür ve onlarla bu incelik ve merhamet içinde ilgilenir.

Ârif, evrende yalnızca güzellikler görür. Çünkü Allah'ın yarattığı her şey iyi ve güzeldir; çirkinlik, bizim onları kötü kullanmamızdan, aldanmamızdan ve kötü görüşümüzden kaynaklanmaktadır. Ârif, her şeyi Allah'tan zuhur ettiği gibi tertemiz görür; zıtlıkları, çatışmaları kaldırır; bunları, bir işi yapmak için ortak bir çalışma olarak değerlendirir.

Her şeyi gerçekte olduğu gibi görmek ne güzel şey! Tasavvuf, evrendeki her şeyi güzel görme eğitimidir ve ârifler bu eğitimin başlıca ürünleridir. Ârif, bu dünyayı Allah'a dua eden, ona çeşitli şekillerde ibadet eden unsurlar olarak görür. Kendi yaptığı her şeyin de bir dua hûşûsu ve hoşgörüsü içinde olmasını ister. Allah'ı sever, onun için Allah'ın tecelli ettiği her şeyi de sever.

Tasavvuf eğitiminin ürünü olan "ârif" ile medrese eğitiminin ürünü olan "âlim" arasında önemli farklar vardır. Âlim her zaman kitaplara bağlıdır; öğrenme yoluyla, akıl ve düşünce yoluyla Allah'a varmaya çalışır. Allah'ta, Allah ile yaşamayı zevk bilir, hakikatları anlamada keşif metodunu kullanır. Âlimlerin anladığı şekilde bilim, Yunus için bir göz perdesidir.

"İlim hod göz hicâbıdır, dünya-âhiret hesabıdır
Kitab hod aşk kitabıdır, bu okunan varak nedir?" (55)

İlim ve hikmet okumakla kimse gerçeğin sırrına ulaşamayacağı gibi (167), bunlar insanın aşka ulaşmasına da engel olurlar (110). Bu ilimler içinde öğrenilen bilgiler ve buna göre yapılan ibadetler dahi aşk ile yapılmadıkça, sevgi ile desteklenip sağlama alınmadıkça kabul edilmez.

Öyleyse ilmin dış yüzünü okuyup onunla vakit geçirmemelidir. Bâtın gözünü açıp Allah ile yarattıkları arasındaki ilişkilere bakmalı, sırlara ulaşmalı, "ilm-i ledün" alanında ilerlemelidir (74,93). Çünkü ilim okumaktan gaye, insanın önce kendini, sonra evrendeki diğer şeyleri öğrenmesidir ki, bu da ancak "ilm-i ledün" ile olur. İlm-i ledün öğrenip, Allah'ın evrenin her yanından her an fışkırmakta olan ilminin içine dalmak, âşık olmak, ârif olmaktır (112).

Yunus ve Mevlâna, Anadolu'nun ilk "hümanist" mutasavvıfları olarak görülürler ve kendilerine gösterilen büyük ilgi biraz da bu sıfatlarındandır. Kimine göre Yunus, devrin feodalizmine dinsel perde altında muhalefet eden, "sağır protesto" gösteren gerçek bir hümanisttir. Din farkını kaldırır, bütün insanları bir tutar, her insanı Tanrılaştırır. Öte yandan Yunus'u Türk hümanizminin zirvesi olarak gösterenler de, meseleyi Batı'daki hümanizm hareketinin ışığında değerlendirirler.

Hümanizm, Batı dünyasının uzun ıstıraplardan ve hoşgörüsüzlüğün sonuçlarını acı şekilde gördükten sonra geliştirdiği bir fikir sistemidir. Bizim için ise bu, yeni bir akım değildir. İnsan olmanın, İslâm olmanın ana şartı, "hümanist"lerin ileri sürdüğü davranış özelliklerini göstermektir. Bütün insanlara sevgi ve hoşgörü, Yunus'un kendi şahsiyetinden ziyade, temsil ettiği fikir sisteminin, tasavvufun, İslâm dininin bir özelliğidir.
Üstelik Avrupa hümanizmi büyük ölçüde ateist bir hümanizmdir ve insan hak ve hürriyetlerini Hristiyanlık dinine karşı da korumayı amaçlar. Dinin ve din kökenli toplumsal kurumların baskısı olmadan, bilimde ve güzel san'atlarda hür insan ürünlerinin ortaya çıkabileceği bir ortam yaratmak ister. Bu açıdan bakıldığında Yunus'un insan sevgisini bir hümanizm gibi görmek, onu daraltmak olur.

Daha önce de bazı noktalarda izah edildiği gibi, Yunus, bir İslâm mutasavvıfının bütün özelliklerini hakkıyla gösteriyor. "Hümanizm" denilen fikir hareketi, insan sevgisi ve bütün insanları eşit görme olarak ele alınırsa; bu, tasavvufun sonuçlarından biri değil, başlangıç şartlarından birisidir.

Allah bu evreni yaratmış ve her an yaratmaya devam etmektedir. Bütün bu olup bitenler Allah'ın hükmü ve iradesiyle olmakta, her şeyi O yürütmektedir. Bütün işlerin başını da sonunu da O bilir. Bütün evrenin yaratılış amacı, buradaki çeşitli varlıkardan seçerek ve yükseltme yoluyla insanı ortaya koymaktır.

Evren içindeki bütün yaratmanın gayesi insandır. Allah; insanın içine kendi ruhundan ruh koymuş, ona öğretmenlik yapmış ve daha sonra bilgi öğrenme ve geliştirmeye yatkın bir varlık olarak onu bu dünyaya göndermiştir, Bütün varlıkların ve olayların özünde Allah olduğu gibi, özel olarak donatıp bu dünyaya gönderdiği her insanın özünde de Allah vardır. İnsana duyulan sevgi ve saygı bundandır. İnsan, evrendeki yaratmanın gayesi ve Tanrı'nın vekili olduğu için, fert insanın hak ve hürriyetleri üzerine din, toplum gibi hiç bir unsur çıkartılmamıştır.

Batı'nın henüz yeni yeni tartışmaya başladığı, hümanizm içinde fert insanın hakları problemi, görüldüğü gibi, oldukça dar gözükmektedir. İslâm, insan merkezli değil Allah merkezli bir hümanizm sergiliyor; Allah'ı ne kadar yüceltirseniz, yeryüzünde onun vekili olan insan da o kadar yükselir.

İslâm dini, insan içindir; toplum ve devlet için değildir. Hitap insanadır. Tanrı'nın emirleri zorlamadan tebliğ edilir. Eğer hür olarak inanılırsa inancın bir değeri olabilir; zorlamayla yaptırılan "inanma", inanmanın tabiatına aykırıdır. Kaldı ki, Allah istediğini doğru yola ulaştıracağını belirtmiştir. Bu noktada zorlama, Allah'ın iradesine karşı çıkmaktır. O Allah, evrenin bütününe hükmünü yürütmektedir ve bizim bilmediğimiz birçok şeyi bilmektedir. Dolayısıyla onun hükmünü yürütmesine karşı çıkma veya hükmünü değiştirme çabaları, ne boş çabalardır!...

Allah, bütün âlemleri hem yaratan hem terbiye edendir. Evrende algıladığımız her şey onun âyetleridir. Ruhumuzda duyduğumuz, aklımızdan geçen her şey onun âyetleridir. Öyle iken, bu evrende herhangi bir şeyi sevmemenin, Allah'ın âyetlerini sevmemenin imkânı var mıdır? Allah, bu evrenler içinde hiç bir şeyi boşuna yaratmamıştır; her varlığın, her olayın bir hikmeti vardır. Öyle iken bu evrende sevilmeyen bir şey olur mu? Allah'ın yarattığı her şey mutlak iyi ve güzeldir. Öyle iken, bu evrende neyi sevmeyeceksin?
Tasavvufun sevgisi, ilk önce Allah'ın zatına yönelir; oradan dalga dalga bütün insanlara, bütün varlıklara, bütün olaylara yayılır. Hem de rahman olarak, hem de rahim olarak. Yunus'un sevgisini bu genişlikte ele alıp kesinlikle daraltmamalıdır.

Yunus'un sevdiği Hakk'tır, dolayısıyla Hakk'ın yarattıklarıdır:

"Bizim hâlimizden bilen, kimdir aşka münkir olan?
Bizim sevdiğimiz Hakk'tır, bu, halka göz ü kaş gelir.
Erenler buna kalmadı, vardı yoluna durmadı
Hakk'ı gerçek sevenlere cümle âlem kardeş gelir." (162)

Allah insana kendi yüzünü gösterince, insan, görünen ve varolan her şeyin Hakk'ın iradesinin bir parçası olduğunu görür. İnsan kendisini iyi değerlendirince, kendi varlığının da Allah tarafından yaratıldığını ve kendi içinde yürüyen iradenin de Allah'ın iradesi olduğunu farkeder. Artık Hakk'a teslim olur, dua ve ibadetle ona katılmaya, onda erimeye çalışır (73).
Evrenin iradesi; doğumlar, büyüme ve olgunlaşmalar, ölümler ve yeni doğumlar Allah'ın elindedir. İnsanın gözü ve gönlündeki perde açılınca her şeyin Tanrı iradesi olduğu görülür.

"Hiç kimesne kendinden hâlden hâle gelmedi
Cümlemizin hâlini ma'şuk eder mukarrer.
Dost yüzünden nikabı her kim giderdiyise
Hicâb kalmadı ona ayruk ne hayr u ne şer." (46)

Bütün varlıklar ve olaylar onun birliğini ortaya koyar, cümle diller onu söyler, cümle gözler onu görür, cümle gönüllerde o vardır. Algılananların binlerce katı sır dahi, onun birliğini gösterir.

"Onsekizbin âlem halkı cümlesi bir içinde
Kimse yok birden ayruk, söylenir bir içinde." (122)

Bu birliğe rağmen evrendeki bu varlık ve oluş "karmaşası" nedendir? Evrenin anlamlı olarak yürütülebilmesi, içindeki varlıkların hoş bir akış içinde yaşayabilmesi için bu çeşitlilik şarttır. Bu çeşitlilikte birliği sadece insan anlayabilir. Bu da uzun bir eğitime, koca bir ömre bedeldir. Allah'ın birliği ve her şeyin, ama her şeyin bu birlik içinde küçük bir parça olarak yer aldığı farkedilince bu dünyadaki farklılıkların, aşırılıkların; kin, nefret, haset, savaş gibi uğraşların ne kadar boş olduğu anlaşılır. Yunus'un

"Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan
Halka müderris ise, hakikatte âsidir." (49)

dizesi, anlamını bu çerçevede kazanır. Bunun için olaylara geniş bakmalıdır, bunun için gönül yıkanmalıdır; bütün insanlara eşit davranması yetmez, kendini de bütün insanlara eşit tutmalıdır. Hattâ tasavvuf geleneğinde, kendi suçlarını, kendi içinden geçen duyguları açıkça bilen insanın, suçlarını itiraf edip daha aşağıda durması, alçaktan bakması esastır. Başkasına bir şey verirken kendine yarayan ve kendi sevdiği şeylerden vermeyen gerçek insan, gerçek İslâm değildir. Yunus, şöyle diyor:

"Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu say
Dört kitabın ma'nası budur eğer var ise." (119)

Yunus'un evren sevgisini bu çerçeveye oturtmak gerekir. Ama tasavvuf şiirinde gene de Yunus'un sevgi dozu diğerlerinden çok üstündür. O, âdeta bir sevgi şâiridir. Dünya güzeldir, hoştur; ama hem dünya güzellikleri geçicidir hem buradaki bütün insanlar misafirdir. Dolayısıyla dünya malına inanarak sen-ben çatışmalarına girmek, gönül kırmak, kavga etmek doğru değildir:

"Gelin tanışık edelim, işin kolayın tutalım
Sevelim-sevilelim, dünyaya kimse kalmaz." (69)

Her insan bu dünyadan gidecektir; bu dünyada ne yaparsa yapsın, neyin sahibi olursa olsun, ne kadar güzel, ne kadar yiğit, ne kadar zengin olursa olsun gidecektir. Öyleyse bu dünyadaki oluşa güzellik noktasından, iyilik noktasından, barış noktasından yaklaşmak gerekir. İnsana, Allah'ın bu evrendeki vekiline yakışan da budur. Yunus'un

"Ben gelmedim da'va için, benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim." (90)

söyleyişi, insanın bu dünyadaki bütün varlığına, amacına, davranışlarına hedef ve yaşayış tarzı göstermektedir.

Bu konuyu kapatmadan önce, Yunus'un vuslat haline ermiş, gerçeğe ulaşmış bir kâmil insanın, bir ârifin özellikleri üzerinde durduğu bir şiirinden (118) söz etmek gerekir. Yunus burada ârifin yedi özelliğinin bulunduğunu belirtiyor ve bunların dördünü söyleyip üçünü gizliyor (gizlenen sırlar ancak halvet hallerinde söylenirdi):

Cümle milleti yermemek, herkese hoşgörü ile bakmak, Nefsine kul olmamak, onu semirtmemek, devamlı kontrol altında tutmak, Bütün heveslerden geçmek, hedefine, hiç bir şeyden etkilenmeden gitmek, Bütün dünyadan, dünyanın insanı bozan özelliklerinden vazgeçmek.






YUNUS EMRE-12 (1238-1321)   (SON BÖLÜM)
reklam
« Son Düzenleme: Mayıs 14, 2012, 05:37:10 ÖÖ Gönderen: M.Kemal Bektaş »

  • admin

  • Bilgi paylastikca guzellesir
  • Genel Yonetici
  • *
  • Karma: 7954
  • İleti: 9097
  • Nerden:FRANSA (Paris)
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: YUNUS EMRE-12 (1238-1321) (SON BÖLÜM)
« Yanıtla #1 : Şubat 02, 2012, 01:35:36 ÖS »
Tesekkurler guzel paylasimin icin yunus emre gibi bir degerli kisi hakkinda bilgilenmek guzeldir eline saglik
reklam
Degerini Bil Degerin Bilinsin

Ynt: YUNUS EMRE-12 (1238-1321) (SON BÖLÜM)
« Yanıtla #2 : Şubat 02, 2012, 05:44:14 ÖS »
bende tskrr ederim
reklam

  • Dünya

  • 𐱅𐰇𐰼𐰚 - 𐱅𐰇𐰼𐰰
  • Yonetici
  • *
  • Karma: 10204
  • İleti: 11698
  • Nerden:Dünya
  • Cinsiyet: Bayan
Ynt: YUNUS EMRE-12 (1238-1321) (SON BÖLÜM)
« Yanıtla #3 : Ocak 19, 2020, 05:53:34 ÖS »
 emekicin1.gif
reklam

Keşke sevgi ağaç dallarında asılı olsaydı..
Sadece sevgi mi?Saygı,Sadakat,
Huzur,Terbiye,Barış,
Kardeşlik..
Herkes toplayıp birbirine dağıtabilseydi..

Etiket:

 delicious  digg  facebook  furl  linkedin  myspace  reddit  stumble  technorati  twitter