* HAFTANIN FLATCAST FCP TEMALARI

                                                           

Gönderen Konu: YUNUS EMRE-11 (1238-1321)  (Okunma sayısı 1078 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

YUNUS EMRE-11 (1238-1321)
« : Şubat 02, 2012, 11:19:25 ÖÖ »
YUNUS EMRE-11 (1238-1321)

Kaldı ki, bu dünyada İslâm dininin kitabı Kur'an-ı Kerim'i ve onun Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa'nın sünnetini okuyanlar, buradaki gerek anlamlara hiç bir zaman ulaşamıyorlar:

"Lâ şerike okursun, sonra şerik katarsın
Bire iki demegil, fitne kimden tutarsın?
Okursun tasrif kitap, nice binâ vü i'râb
Havf u recâ sende yok, eyle kim bir Tatarsın.
Onikibin hadîsi cem eyledi Mustafa
Unuttunuz siz onu, şerh ile söz satarsın.
Kılarsın riyâ namaz, yazuğun çok hayrın az
Dinle neye varır söz, Cehennem'den bitersin." (108)

Burada eleştirilen şahsiyet ilim okur ama, değil Hakk'ı, kendini bile bilmez; gördüklerinden, okuduklarından ibret almaz; halka fetva verir, kendisi tutmaz; ilmi vardır, ameli yoktur. Ameli olmayan ilim de hiç bir işe yaramadığı gibi, insana dayanamayacağı kadar sorumluluk da yüklemiş olur.
Kendi gönlünü ve yaptıklarını Allah'ın her an okuduğunu hisseden, onun aşkıyla yanıp kavrulan, bu cihandan vazgeçip bilinmez mekânlarda onu arayan Yunus için, ilm-i hikmet okumak, Cennet ve Cehennem'le oyalanmak basit şeylerdir.

"Yedi Tamu dedikleri katlanmaya bir âhıma
Sekiz Uçmak aldatmaya, bunda neye aldanayım?
Yüzbin hûri gelir ise aldanmaya bu cânımı
Aşkın gönlüm yağmaladı, senden nice usanayım?
İlm-i Hikmet okuyanlar, aşktan feragattir bunlar
Mansur oldum asın beni, her dillerde söyleneyim." (110)

Çok kitap okuyup da Yunus'u kınayanları, o, aşk kitabını okumaya, çevresindeki Hakk'ın tecellilerini görmeye çağırır: "Ey çok kitaplar okuyan, sen mi tutarsın bana dak?

Tâ bilesin sırrı âyân, gel aşktan oku bir varak.
Okumagıl ilmin yüzün, ilme amel gerek güzin
Aç gönlüden bâtın gözün, âşık-ma'şuk haline bak.
Âşık-ma'şuk birdir bile, aşktan gelir her menzile
Biçare Yunus ne bile, ne kara okudu ne ak." (74)

Özellikle bu son dizeden Yunus'un okuma-yazma bilmez bir ümmî âşık olduğu hükmü çıkartılır. Oysa Yunus iyi bir eğitim görmüş, devrinin zâhirî ve özellikle bâtınî bilimlerinde geniş bilgi sahibi olmuştu. Yukarıda sözleri bir serzeniş olarak söylemiştir. Ama o ümmidir ve ümmî olmakla da övünür. Çünkü ümmilik tasavvufun ana esaslarından biridir, Allah'ın bilgisi karşısında bilgisizliktir; insanın ekilmemiş tarla, yazılmamış kâğıt gibi temiz olmasıdır. Allah'ın ilhamlarını, böyle bir ümmî gönüle, tertemiz bir kalbe beklemek gerekir.

Çeşitli kitaplar şerhetmekle gerçeğin anlamına ulaşılamaz. Çünkü gerçeklik çok büyük bir denizdir. Bu denizi dıştan bilmeye imkân yok; onun içine dalmak gerekir. Şerîatla, bu denizde sadece yüzeysel olarak dolaşılabilir. Dört kitabı okuyup anlamını bilmemek, gerçeğin içine girmemek demektir. "Dört kitabı şerheden âsidir hakikatte

Zirâ tefsir okuyup ma'nasın bilmediler." (55)
Dört kitabın da esas anlamı aşktır.
"Dört kitabın ma'nası bellidir bir elifte
Bir dedirmegil bana, ben bu yoldan azarım.
Çün aşkın kitabını okudum tahsil ettim
Ne hâcet kim karayı ak üstüne yazarım."(85)

Yunus da, bir çok mutasavvıflar gibi, medreselerde eğitim gördükten sonra tasavvuf alanına geçmiştir. Hakk onun gönlünü açmış, gönlündeki büyük gerçeği, hakikata açılan pencereyi ona göstermiştir. Yunus bu yolda mesafe aldıkça zâhiri ilimlerden ve davranışlardan soğumuş, bu sahalardan uzaklaşmış; ama onların eleştirilerine karşı da her zaman hoşgörülü olmuştur.

"Mescitte medresede çok ibadet eyledim
Aşk oduna yanıban ondan hâsıla geldim." (97)

"Yeni Yunus"u, aşk meydana getirmiştir. Bu, din adamlarının kolayca anlayabileceği bir durum değildir. Burada, ancak âşık olanların anlayabileceği yeni bir algılama boyutuna geçilmiştir.

"Medreseler müderrisi okumadılar bu dersi
Şöyle kaldılar âciz, bilmediler ne bab-durur." (60)

Onların bilemedikleri, ulaşamadıkları aslında insanın kendi içindedir; dolayısıyla insanın o büyük uykusundan uyanıp, kendi içindeki gerçeğe ulaşması gerekir. Burada Yunus'un hitabı şöyledir:

"Mescid ü medrese sende, sen dört yana perakende
Ne kaldın sen bu erkânda, işin katı düşvar-durur." (67)

Yunus, Risâletü'n-Nushiyye'sinde, yapılacak öğretimin insana kendisini öğretmesi gerektiğini, esas amacın bu olduğunu anlatır:

"Nidiverir sana elin yuduğun
Seni unutturur mu okuduğun?" (16)

İlim hiç bir zaman insana kendisini unutturmamalı, bilakis onun kendi özünü bulmasına yardımcı olmalıdır. Oysa uygulamada, ilim insanı dünya hayatıyla o kadar çok meşgul ediyor ki, onun kendini bilme ve öğrenmesini uzun yıllar engelliyor. Yunus'un da bu duruma düşmüş olduğunu şu dizelerden anlıyoruz:

"Nice devran kim, anda rıhle urdun
Okuyup aşr u âyet yolda durdun.
Nice ilm ü amel sen bu tapuda
Nice yıldan berisin bu kapuda.
Sözüm kend'özümedir, nükte değil
Bilin cân birlik' ikilikte değil." (18-19)

Yunus, insanı gerçeklik boyutuna ulaştırmayan, sadece bu dünyada oyalanması sırasında ona bazı ilkeler vermek isteyen medrese eğitiminin özüne karşı olduğu gibi, uygulamadaki yüzeyselliğine ve hızına da karşıdır.
Âşıkları okuyan ve okutan Allah'tır. Medreselerde biraz okuyan ise, kendini derin danışman gibi görerek dervişlerle yarışmaya kalkar.

"Dosttur bizi okuyan, üstümüzde şakıyan
Şimd' üçbuçuk okuyan, derin danışman olur.
Danışmanın câhili unamaz dervişleri
Derviş ile danışman yavlak üşengeç olur.
Dânişmend oldur geldi, okuduğunu buldu
Ehl dervişlere cânı, katı karışgan olur.
Hey bîçâre danışman, et derviş-i dervişân
Dervişlere erişen, işine pişmân olur." (63)

Dânişmendlerin okuduklarını tutmamasını birçok Kıyâmet alâmetleri arasında sayan Yunus (65), kendisine de, Dost'tan haber gelip bu dünyada ezelî vatan yolcuğu için bazı hazırlıklar yapmak gerektiği uyarılarının sonunda şöyle diyor:

"Eyidin Yunus'a dursun, yüzünü toprağa sürsün
Öğüdün kendine versin, okuduğun tutsun demiş." (71)

İnsanı olgunlaştıracak, hidayete erdirecek olan sadece okumak veya sohbetlere katılmak değildir; doğru davranış ve hareketler göstermektir. İnsan için hedef ve son değerlendirme budur; yoksa okuma ve dinleme bu yolda sadece bir araçtır.

"Kim ki bir dem sohbet ola, müfti-müderris mat ola
Bir ilâhi devlet ola, ondan içen oldu bâki.
Hırka ile tâc yol vermez, fereciyle âlim olmaz
Din-diyanet olmayıcak okusan yüzbin varakı.
Okudun yedi mushafı, ha tâat gösterir sâfi
Çün ki amel eylemedin, gerekse var yüzbin oku." (139)

Gerek maddî gerekse manevî dünyadaki en açık gerçeklik candır, ruhtur. Varlığı değişik şekil ve maddeler düzeyinde tutan, onların kendi aralarında olaylar meydana getiren, büyüten, hareket ettiren, olgunlaştıran candır. İnsanın maddî unsurları bu dünyadan, ama ruhu, canı, gönlü başka bir dünyadandır. Yunus, hakkında pek az şey bildiğimiz, Allah katından gelen bu unsura (Kur'ân-ı Kerim 17/85) şöyle işaret ediyordu:
"Ruhumdan kimesne haber veremez Emrdir, kadırlığı verir hareket." (44)

Ruh, gönül, can, akıl bu dünyaya da ayak uydurabilirler, öte dünyaya da! Ama onların esas vatanı Yüce Allah'ın birliğidir. Bu unsurlar onu isterler, özellikle de aşk içine düştükten sonra. Aşka düşmüş insanın Cennet'te, Cehennem'de gözünün olmaması, bunların kendi esas kaynaklarının farkına varmalarından dolayıdır.

"Gönlüm, cânım, aklım, bilim senin ile karar eder
Can kanadı açık gerek uçuban Dost'a gitmeğe.
Âşık mı derim ben ona Tanrı'nın Uçmağın seve
Uçmak hod bir tuzakdurur eblehler cânın tutmağa.
Tutulmadı Yunus cânı, geçti Tamu'dan Uçmağı
Yola düşüp Dost'a gider, ol asılna uyakmağa." (38)

Can veya ruh, bütün varlıklardaki Hakk'ın kudretidir. O kudret ile Allah bütün evrenlere, evrenler içindeki en küçük zerrelere kadar her şeye hükmeder. Bu kudretini istediği gibi yönlendirir ve istediği zaman da geri çeker.

"Bilenlere sormak gerek, bu tendeki cân neyimiş?
Cân hod Hakk'ın kudretidir, damardaki kan neyimiş?(71)
Ten fânidir, cân ölmez, gidenler geri dönmez
Ölür ise ten ölür, cânlar ölesi değil." (80)

Canlar, Tanrı katından gelen ve bütün oluşu yönlendiren güçler olduğu için, içimizdeki can veya gönüle yönelmeliyiz. Onun için bunlar Tanrı'yı en iyi aksettiren makamlardır ve insanların kurtuluşa ermeleri, eğitilmeleri, doğru yolu bulmaları, Tanrı'nın bu merkezler vasıtasıyla bize hidayet etmesiyle mümkündür.

"Gevher seven gönüller yüzbin yol eder ise
Hakk'tan nasip olmazsa, nasip alası değil." (80)

Allah'ın insanlara yönelmesi, hidayet etmesi için insanın da kendi kendini temizlemesi, eğitilmeye, doğru yönlendirilmeye hazır olması gerekir. İnsandaki bu gayret; onun iradesine bağlıdır ve insan sorumluluklarının esasıdır.

"Gönül pisin yudun ise, kibr ü kini kodun ise
İkrar bütün olmayınca erden nazar olmayısar." (47)

4.3. Yunus için gerçek eğitim ve uygulaması

Yunus'a göre gerçek eğitim, medreselerde yapılandan tamamen farklıdır. Amaçları muhtevası ve eğitim teknikleri yönünden farklıdır.
Medrese eğitimi sosyal hayatın ayrıntılarıyla uğraşırken, tasavvuf eğitimi bireysel hayata ve tabiata yönelir ve onların özüyle meşgul olur. Medrese eğitimi din ve davranış farklılıklarını değerlendirirken tasavvuf eğitimi ortak noktaları görür, farklılıkları birbirine yaklaştıracak bir hoşgörü bakışı sağlamaya çalışır. Bu farkı Yunus bir dizesinde şöyle vurgular:

"Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan
Halka müderris ise, hâkikatte âsidir." (49)

Tasavvufun peşinde koştuğu, eğitimde amaçladığı, Allah'ın gerçeklik denizine ulaşmak; olayların ve varlıkların zaman ve mekân içindeki bütün gelişimlerini, değişimlerini, amaçlarını ortaya koymak, evrenlerin amacını ve işleyişin ana gücünü öğrenmektir.

Evrenler, Allah'ın bilinmek için bazı güçlerini açıp geliştirmesi bazı güçlerin kuvveden fiile çıkmasıdır. Bu fiile çıkarma da aşkla, istekle olmaktadır. Şu halde evrenler içindeki ana dinamik güç, aşktır. Aşk, üreten güçtür; iyi şeyler ortaya koyan, en dengeli gelişimi sağlayan güçtür. Aşkın doğru kullanılmaması haset gibi negatif duygulara neden olmaktadır. Bu nedenle aşkın doğru zaman ve zeminde, doğru hedefe yönlendirilmesi gerekir. Mutasavvıflar dünyanın maddî yönü yerine, maddeyi harekete geçiren manevî yönüne bakmışlar; dünya hayatını düzenlemeye yönelik maddî ve dinî bilimler yerine "aşk bilim"ni öğrenmeye çalışmışlardır.

"Biz tâlib-i ilmleriz, aşk kitabın okuruz
Çalap müderris bize, aşk hod medresesidir." (49)

Bu aşk bilimi bir denizdir ve orada yüzmeyi öğretecek olanlar da erenlerdir. O gerçekler denizinde yüzebilmek için de gözdeki perdelerin kaldırılması gerekir; böylece bir çok olayların ve varlıkların üzerindeki sırlar da kalkmış olur. Bu şekilde sırlara girme, ancak Hakk'ın gönüllerimizin vasıtasıyla bize yardım etmesi ve onun dilemesiyle olur.

"Âlimler kitap düzer, karayı aka yazar
Gönüllerde yazılır bu kitabın sûresi." (145)

Gönüllerdeki bu kitabı okuyarak evrendeki her şeyin gerçek yüzünü görmek, ilim ve hikmet ile olmaz:

"İlm ile, hikmet ile kimse ermez bu sırra
Bu bir acâyip sırdır, ilme, kitaba sığmaz.
Âlem ilmin okuyan, dört mezhep sırrın duyan
Âciz kaldı bu yolda, bu aşka el vuramaz." (167)

Bu sırları görme, ancak Allah'ın verdiği bir güçle olur. Kendisine o güç verilen kişi de, daha önce bildiklerinden, dünyadan ve hattâ canından vazgeçer. İnsanı oyalayan bu dünya varlıklarının çeşitliliklerinden, çekiciliklerinden vazgeçmeden Allah'a ve gerçeklik sırrına ulaşmak mümkün değildir. Yunus, Allah'ı böyle bir ortamda buluşunu eleştirenlere şöyle diyor:

"Âlimler, ulemâlar medresede bulduysa
Ben harâbât içinde buldum ise ne oldu?" (197)

Eğitimin amacı, tarih boyunca ya tam tespit edilememiştir ya da tam uygulanamamış; eğitim araçlarından bazıları amaç haline gelmiştir. Eğitimde bilgi öğretilmesi, aslında bir araçtır. Ama bir çok uygulamada bu bir amaç özelliği kazanmıştır.
Medreselerin eğitim amacı, genelde bazı dinî bilgilerin öğrencilere ezberletilmesi veya öğretilmesi seviyesinde kalmıştır. Oysa Yunus, kendi eğitim amacını net bir şekilde şöyle ortaya koymaktadır:

"İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen; bu nice okumaktır?
Okumaktan ma'na ne; kişi, Hakk'ı bilmektir
Çün okudun bilmedin, ha bir kuru emektir.
Dört kitabın ma'nası bellidir bir elifte
Sen elif dersin hoca, ma'nası ne demektir?" (163)

Başka bir şiirinde de şöyler diyor:

"İlm okumaktan gerek, kend'özünü bilmektir
Kend'özünü bilmezsen, bir hayvandan betersin." (107)

Hakk'ın gerçekler hazinesine girmenin yolu, kişinin kendini bilmesinden, kendi gönlünden geçer. İnsan için en gerçek bilgi, kendisi hakkındaki bilgidir. Ama insan kendisinden ziyade dış âleme yönelmiştir. Kendi sırlarını bilmeden dış evrenin sırlarını bilebilmesi de mümkün değildir.

İnsanın kendini bilmesi, gönlündeki kaynağa ulaşması ile; bu kaynağa ulaşma da Allah'ın insanın gönlüne nazar edip onu coşturması, aşka düşürmesi ve iyice olgunlaştırıp pişirmesiyle olur. İnsan aklının, gerçekleri aslında oldukları gibi görebilmesi de ancak böyle mümkündür. Kendi özünü bulan, oradan öteye gerçekler denizini görür ve kendisinin burada temelli kalmasını çeşitli nefis istekleriyle engelleyen kendi özünden vazgeçmek ister. Kendinden geçip Allah'ın gerçekler denizinde erimek ister. Bu da, bir kişinin kendi başına yapabileceği bir şey değildir. Bu noktada bir ermiş kişinin, bir şeyhin ona yardımcı olması gerekir.
Şeyh, mürşit veya Yunus'un deyişiyle "er", Allah'ı seven, bilen, onun sevgisine ulaşmış, "Dostun Dostu"dur. Gerçek âşık olabilmenin ilk şartı, böyle bir erin yanında kabul görmektir.

"Sen gerçek âşık isen, Dost'un dostuna dost ol
Bu halde kalır isen, dosta değil yaraşık." (74)

Er, kendisine ulaşan kişiyi rahatlatır, sakinleştirir, sadeleştirir, içini temizler ve kişinin kendi kendini değerlendirmesini, öğrenmesini ve kendi benliğinin derinliklerindeki doğruluk merkezine ulaşmasını sağlar. Bu işleri kişinin rehbersiz yapabilmesi çok zordur.
Zaten dünyanın her tarafında tasavvuf eğitiminin birinci şartı, mürşide tam teslimiyettir. Çünkü mürşit, öğrencilerinin özelliklerini çok iyi tanıyarak onlara uygun, farklı "seyir yolları" geliştirir. Yunus da böyle bir mürşidin yanında yetişmiştir:

"Ey yârenler, ey kardeşler, görün beni nettim ahi?
Ere erdim, eri buldum, er eteğin tuttum ahi.
Cânım bir gözsüz cân idi, içi dolu sen-ben idi
Tuttum miskinlik eteğin, ben menzile yettim ahi.
Anladım kendi hâlimi, gözledim doğru yolumu
Tuttum ulular eteğin, hezrete ben yettim ahi." (200)

Erenler, Yunus'un gözünde ancak dost olunacak, kayıtsız şartsız teslim olunacak ulu kimselerdir.

"Kahir erenler atıdır, gayret dahi hil'atıdır
Erenler yayı katıdır, okları geçer kayadan." (189)

Er, tasavvuf yoluna girenler için örnek kişidir, âriftir, bütün mürşitlerin kazanmak istedikleri ana özellikleri sergiler.

"Yol oldur ki doğru vara, göz oldur ki Hakk'ı göre
Er oldur alçakta dura, yüceden bakan göz değil.
Er oldur kim, menzilim her dem göstere-dura
Değme ârif bu düşü yoramaz, işi değil." (175)

O nedenle mürşitler, eri Hakk sayarlar, ona kesin teslim olurlar, onun yaptıklarında, onun söylediklerinde tam doğruyu görürler; âdeta onu Hakk bilirler:

"Okudum, bildim deme, çok tâat kıldun deme
Eri Hakk bilmediysen abes yere yelmektir." (163)

Erenler bir denizdir, âşıklar bu denize dalarak oradaki gerçeklik cevherlerini bulurlar, oradaki sırlara ererler. Erenler bir ana, bir öğretmen olarak kendi mürşitlerini bu denizde besler, büyütür, olgunlaştırır, gözlerindeki perdeleri açar, nefislerine sahip olmayı öğretirler.
Yunus Emre'nin şeyhi Tapduk Emre'dir. Yunus, onun kapısında yetişmiş, halka onun öğretisin yaymıştır.

"Tapduk'un tapusunda, kul olduk kapusunda
Yunus miskin-çiğ idik, piştik elhamdülillah.
Vardığımız ellere, şol safa gönüllere
Halka Tapduk ma'nasın saçtık elhamdülillah." (116)

O, şeyhine, onun öğretisine o kadar bağlıdır ki, âdeta söylediği bütün şiirlerinde Tapduk söylüyor gibidir.

"Yarın mahşer kopıcağız, kamu kul nefsin deyiser
Ben Yunus'u hiç anmayam, Tapduk'u getirem dile." (126)

Onun vasıtasıyla kendi gönlündeki hakikata ulaşmış, orada bütün gönüllerdeki hakikatın, bütün gönüllerin bir olduğunu anlamıştır:

"Yine esridi Yunus, Tapduk yüzün göreliden
Meğer onun gönülden bir cur'a şerbet içti." (196)

Aslında gönül sahiplerinin söylediği gerçekler birbirinden farklı değildir; dolayısıyla tasavvufun dervişleri gerçeğe ulaştırma yolu, bazı küçük ayrıntıların dışında, birdir. Ancak tasavvuf, öğrencilerle tek tek meşgul olmayı esas aldığı için, burada kitlesel eğitime geçmek mümkün olmamıştır.
Öte yandan, bu eğitimde, Allah'ın inayeti ve kişinin yeteneği de esastır. Bu gibi nedenlerle şeyhler bütün müritleriyle tek tek ilgilenmek zorunda kalmışlardır ve sınırlı sayıda öğrencileri olmuştur.

"Şeyh ü dânişmend ü velî, cümlesi birdir er yolu
Yunus'tur dervişler kulu, Tapduk gibi serveri var." (48)

Yunus'un şeyhleri silsilesi Tapduk, Saltuk, Barak gibi erlerle geriye doğru gitmektedir. Bu velilerin de Seyyid Mahmudu Hayrânî vasıtasıyla Mevlâna'ya bağlandığı ileri sürülüyor. Bir başka çalışmada da Yunus'un şiirleri ile Mevlâna'nın eserleri karşılaştırılarak bu kökün ortaklığı öğreti alanında da gösterilmeye çalışılıyor. Yunus, her şeyi Tapduk'un yanında öğrendiğini şiirlerinin çeşitli yerlerinde belirtmektedir.

"Yunus eydür er kuluyum, Tapduk'umuz Dost yüzüdür
İş bu söze inanmayan, edebilsin ettiğini." (200)

"Yunus bir doğan idi kondu Tapduk koluna
Avın şikâre geldi, bu yuva kuşu değil." (175)

Aşk, riya kabul etmez; aşk içerde gizlenemez, aşk bir potansiyel değil bir harekettir. Bu nedenle aşkta riyâsız teslimiyet esastır. Erenlerin anlamına eren, onu sadece bilmekle kalmaz, aynı zamanda yaşar. Bilmeyen veya bildiğini yaşayamayanın, sözü hiç uzatmadan ere teslim olması, onun istediği şekilde yoğrulması gerekir (65).

"Miskin, biçâre Yunus, gördüm, bildim demegil
Tut erenler eteğin, düşgil suyuna bir gün." (170)

Tasavvufta bir kişinin gerçek yolu bulup, bu yolda ilerleyip gerçekler denizine varması ve o denizde yaşamayı (yok olmayı) öğrenebilmesi için bir erin yardımı şarttır. İnsana bir eğiticinin gerekliliği hakkında Yunus'u okuyalım.

"Aklım başıma gelmedi aşk şarbın içmeyince
Kendiliğimi bilmedim gerçek ere yetmeyince.
Kendi bilişiyle kişi, hiç erişe mi menzile?
Allah'a eremez kalır, er eteğin tutmayınca.
Var din-imân gerek ise iyi diril bu dünyada
Yarın orda bitmez işin, bu dünyada bitmeyince." (193)

Mevlâna'nın "Allah'ım, sözün harfsiz meydana geldiği o makamı gönülmüze göster" diye yalvardığı gibi, Yunus da harfsiz, sessiz, sözsüz olarak; tamamen zihnî bir çaba ile gerçekleri anlamayı, hattâ ne anlaması, gerçekleri eylemeyi, bir aktif unsur olarak oluşa katılmayı gerçekleştirebileceğini söylüyor:

"Dilsizler haberin kulaksız dinleyesi
Dilsiz-kulaksız sözü cân gerek anlayası.
Dinlemeden anladık, anlamadan eyledik
Gerçek erin bu yolda yokluktur sermayesi.
Biz sevdik âşık olduk, sevildik ma'şuk olduk
Herdem yeni dirlikte, bizden kim usanası?" (146)

4.4. Eğitim için dilin önemi ve sohbet metodu

Aslında evrendeki her şey aşkı dile getirir. Evrende var olan her şey Allah'ın tecellisi olduğuna göre, çeşitli şekillerde dile gelen de Allah'tır:

"Diyen Ol, işiten Ol, gören Ol, gösteren Ol
Her sözü söyleyen Ol, sûret cân menzilidir.
Sûret söz kanda buldu, söz ıssı kaçan oldu
Sûrete kendi geldi, dil hikmetin yoludur." (47)

Evrende her şekilde söyleyen O'dur; söz de O'dur. Evren, Allah tarafından her an taze olarak yeniden yaratıldığına, her dem taptaze, ama geçmişten ve gelecekten kopuk olmayan bir yaşayış içinde bulunduğuna göre, sadece Allah'ın tecellisini anlatmak için bile söz yetmez. Çünkü çoğu kez oluş, sözden binlerce kat daha açık ve daha doğru anlatma gücüne sahiptir.

Zaten dil de, Allah'ın, diğer varlıklardan farklı olarak insana verdiği en büyük lütuflarından birisidir.
Varlıklar ve olayların o andaki çok zengin anlatım biçimlerinden farklı olarak, dil, insanların onları daha üst düzeyde değerlendirmelerini, birbirlerine aktarmalarını, yeni tasarımlar kurabilmelerini sağlar. Dil de Allah'ın bir tecellisidir ve muhakkak ki, tecelliye çok büyük bir zenginlik ve ivme kazandırmıştır. Ancak unutulmaması gerekir ki, insanda dile gelen, Allah'ın iradesidir.

"Öğret imdi dil ne desin, şart oldur seni söylesin
Tevfik yâri kılar ise, gayri dile söyletmeyem.
Benim değil bu keleci, devlet senin Yunus neci?
Çün dilime kâdir sendin, sensiz dilim uzatmayam."88)

İnsan, belirli bir süre için, bir imtihan ortamı olan bu dünyaya gönderilmiştir. Buraya gelirken kendisinden söz de alınmıştır. Bu verilmiş sözü hatırlayarak, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak iyi düşünmeli, ortaya iyi işler koymalı ve sonunda varacağı yer ile bağlantısını hiç bir zaman kesmemelidir.

Tasavvufta çoğu âşıklar, bir kere asıl vatanlarının farkına vardıktan sonra bu dünyadan tamamen geçmişler, sabırsızlıkla ana vatana özlemlerini dile getirmişler, vaktinden önce oraya varmak istemişlerdir.
Allah'ın bu dünyada çizdiği doğru yoldan ayrılmamak, sorumluluk ve yükümlülükleri yerine getirmek gerekir. Ama aşk, vatan özlemi ve orada, Allah'ın engin zâtı içinde yok olma arzusu çoğu âşıkları dünya hayat standartlarının dışına çıkartmıştır. Yunus da, bunlardan biridir:

"Bu dünyaya gelen kişi, âhır gene gitmek gerek
Misafirdir, vatanına bir gün sefer etmek gerek.
Gönül nice terkitmeye Dost eline giden yola
Âşık kişiler cânını bu yola harc etse gerek.
Cân neye ulaşır ise, akıl da ona harcolur
Gönül neyi sever ise, dil onu şerhetse gerek." (172)

Gerçi dil, Allah'ı söyleyecek, onun tecellilerini anlatacaktır ama buna kâdir midir? Dilin doğru ve tam söylemesi esastır. Bu noktada bir hata yapmamak için, dervişler genellikle susarlar. Ama içindeki aşk öyle bir noktaya gelir ki, âşıkın her tarafından sızmaya başlar; göz ve kulaklardaki perdeler açılır, dildeki başlar çözülür, âdeta insanın içinde Tanrı konuşmaya başlar.

"İlm ü amel sözü değil Yunus dili söylediği
Dil ne bilir Dost haberin, ben Dost ile nice birem." (103)

Söz ile anlatımın gücü, bu gücü doğru kullanmanın insanı nasıl yücelttiği, yanlış kullanmanın onlar için nasıl felâketlere neden olduğu, Doğu edebiyatında öteden beri en çok işlenen konuların başında gelir. Seslerin kelime ve cümleler halinde anlatım gücünün birdenbire artması, insanlara verilmiş bir özelliktir. Bu özelliği zaman ve mekân içinde bütün insanlar sonuna kadar kullanmıştır. İnsanlararası savaş ve barışların, sevgi ve nefretlerin temeli bu olmuştur.

Dolayısıyla insanların eğitmesinde, onlara doğru yolun gösterilmesinde kullanılacak en etkili yollardan biri de sözlü anlatım ve sözlü tesirdir. Zaman geçtikçe insanlararası haberleşme ve etkileşimde dilsel anlatımın gücü artmaktadır.
Tasavvuf eğitiminde de söz, eğitimin temelinde yer almıştır. Müritler uzun süre sadece şeyhlerinin sohbetlerini dinlemişler; şeyhler de müritlerinin aklını ve gönlünü sözle yönlendirmeye çalışmışlar ve bunda da başarılı olmuşlardır.
Tasavvuftaki yaygın kanaat, Tanrı'nın insanları yönlendiriken genellikle sözle yönlendirdiği şeklindedir. Değişik insanlarda konuşan, konuşmalarla insanları yönelendiren Allah'tır. Yunus, bir şiirinde bunu şöyle anlatır:

"Ey sözlerin aslın bilen gel, de, bu söz nerden gelir?
Söz aslını anlamayan sanır bu söz benden gelir.
Söz karadan aktan değil, yazıp okumaktan değil
Bu yürüyen halktan değil, Hâlık âvâzından gelir.
Biz bir bahane arada, ayruk de elden ne gele?
Hakk çün emir eyler câna, bu keleci ondan gelir." (51)

Tanrı, evrenin her yerinde binlece âyet ile kendini açığa koyarken, her an insanların gönlüne ve aklına getirdiği düşüncelerle, ortada apaçık duran Kitabı ve peygamberleri ile insanlı doğru hareket etmeye çağırırken, insanlar bu daveti niçin duymazlar?
Âşıkların dilini çözüp, oradan hikmetlerini akıtan da Allah'tır. Her şey, onun kendini açığa çıkarması için bir vasıtadır.

"Miskin Yunus bu sözü kend'özünden eyitmez
Hakk Çalap veribidi sabağın dilimize." (124)

Söz vasıtasıyla kimi yükselir, kimi alçalır; yükselme ve alçalma elbette tecellidir, ama burada insanın, Allah'ın kendine verdiği iradeyi de sonuna kadar kullanması gerekir. Yunus

"Söz kılır kaygıyı şâd, söz kılır bilişi yâd
Eğer horluk, eğer izzet, her kişiye sözden gelir." (51)

diyor. Gene başka bir şiirinde

"Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz." (68)

diye başlayan Yunus, doğru söylenmeyen bir sözün cevheri kara toprağa çevirdiğini, gafletle söylenen bir sözün cana sebep olacağını, insanı yükseldiği yerden aşağıya düşüreceğini; buna karşılık yerinde söylenen bir sözün bu dünya cehennemini bile sekiz cennete çevirebileceğini anlatır. Ona göre, iyi sözler her işi başarıya ulaştırır (117).
Sözü söylerken yerini, zamanını ve söyleyiş biçimini iyi ayarlamak gerektiği gibi, sözün kime söyleneceğine de dikkat etmelidir. Anlamları bilmeyen, söylenen sözü doğru anlamayacak kişiye söz söylenir mi? Söz, anlayan için bir anlam ifade eder; onu tam anlamayan için hiç bir şey ifade etmediği gibi, yanlış anlayanları da yanlış yollara sevkeder.
Öte yandan, sözü doğru anlayan kişilere söylemek de yetmez; bir de gerektiği kadar söz söylemelidir.

"Onsuz sözün gör nedir, çok söz hayvan yüküdür
Ârife bir söz yeter, tende cevher var ise." (194)

Tasavvufun dershaneleri, dost meclisleridir ve buralarda sadece sohbet yapılır; göz perdeleri burada açılır, kulaklar burada duyar; olayların ve varlıkların gerçek yüzleri burada ortaya çıkmaya başlar. Bu meclislerde önce, aklın nefisten bağımsızlığı sağlanır ve insan, aklın rehberliğinde gidebildiği kadar gider. Daha sonra akıl imâna, imân sevgiye dönüşür. Allah'ın tecellileri arasında onun bir tecellisi olarak yaşamanın hoşluğu, manevî hazzı duyulur. Kendi nefsini terbiye, onu tamamen kontrol altına alma yönünde fiilî hazırlıklara girişilir. Dünya, önce hayal ve düşe dönüşür, sonra bu hayal ve düşten kurtulma çabası verilir. Bütün bunların temeli dost meclislerinde, sohbetler sırasında atılır.

"Yunus'un gözü-gönlü doludur Hakk sevgisi
Sohbet ihtiyar eden, yâd u bilişten geçer." (158)

Sohbetlerde bilgiler ve algılar kontrol edilir, bunların yanlışlığı açıkça ortaya konur. Dünya yeni bir gözle değerlendirilir. Yeni bilgilerin ve dolayısıyla algıların daha sağlam temeller üzerine kurulacağı öğretilir. Olayların ve varlıkların gerisindeki anlamlara, "sırlara" ulaşılır; orada teneffüs edilen, âdeta, gerçekliğin nefesidir:

"Bu sohbete gelmeyenler, Hakk nefesi almayanlar
Sürün onu burdan gitsin, durur ise çok iş eder." (158)

Orada içilen aşk şarabıdır, bütün evrene ve onun gerisinde her an her şeyi yaratmakta olan Allah'a duyulan sevgidir:

"Sohbetimiz ilâhidir, sözümüz Kevser suyudur
Şâhımız şahlar şahıdır, çalgımız dost firakı.
Kim ki bir dem sohbet ola, müftî-müderris mât ola
Bir ilâhî devlet ola, ondan içen oldu bâki." (139)

Sohbetler, okumaktan çok daha etkilidir; hem bahsettiği gerçekler açısından hem sohbetlerde oluşan manevî eğitim ortamı bakımından. Bir yerde hep zekâya hitabedilir, oraya bilgi yüklenir; diğer tarafta en azından akla ve daha ziyade gönüle hitabedilir, orada bir ışık oluşturulmaya, bu ışığın bütün iç dünyayı aydınlatmasına, iç duyu organlarını uyandırmasına çalışılır.
Her insana kendi değeri, kendi öz benliğindeki hakikat pınarı gösterilmeye ve insan, o gönül merkezinin yönetimine sokulmaya çalışılır. Eğer bu başarılırsa, hem insanın kendi değeri ortaya çıkacak hem de kendi değerini gören, başkalarında da aynı yüce merkezin buluduğunu farkederek onlara da saygı gösterecektir. Böylece mikrokosmostan makrokozmosa kadar Allah'ın tecellisi olan bu evrene saygılı, yumuşak ama etkin bir bakış açısından bakabilecektir. Bunlar erenlerin sohbetlerinde kazanılır.

"Erenlerin sohbeti arttırır ma'rifeti
Bî derdleri sohbetten her dem süresim gelir." (59)

Sohbetlerde oluşan dert, dünyayla, dünyanın problemleriyle ve ıstıraplarıyla ilgilenmekten doğan derttir. Dervişler bu dertleri sadece yaşadıkları an içinde değil, zaman ve mekâna yayılmış şekilleriyle de duyarlar.
İnsan nasıl yemek ve içmekle bedeninin dış biçimini geliştiriyorsa, sohbetlerle de ruhunu, "canını" geliştirir. Sohbetlerde alınan "can nimeti"dir.

"Sohbet cânı semirtir, hem âşıkın ömrüdür
Sohbet Çalab'ın emriyle, erenin himmetidir." (52)

YUNUS EMRE-11 (1238-1321)
reklam

  • Dünya

  • 𐱅𐰇𐰼𐰚 - 𐱅𐰇𐰼𐰰
  • Yonetici
  • *
  • Karma: 10204
  • İleti: 11698
  • Nerden:Dünya
  • Cinsiyet: Bayan
Ynt: YUNUS EMRE-11 (1238-1321)
« Yanıtla #1 : Ocak 19, 2020, 05:53:42 ÖS »
 emekicin1.gif
reklam

Keşke sevgi ağaç dallarında asılı olsaydı..
Sadece sevgi mi?Saygı,Sadakat,
Huzur,Terbiye,Barış,
Kardeşlik..
Herkes toplayıp birbirine dağıtabilseydi..

Etiket:

 delicious  digg  facebook  furl  linkedin  myspace  reddit  stumble  technorati  twitter